Küresel ekonomi son iki yılda sessiz sedasız yeni bir döneme girdi. Dijitalleşme, enerji dönüşümü, yapay zekâ temelli verimlilik sıçramaları ve tedarik zincirlerinin yeniden şekillenmesi…
Bu değişimlerin her biri tek başına bile ülkelerin ekonomik yönelimlerini değiştirmeye yeterken, hepsinin aynı anda yaşanması dünya ekonomisini adeta yeni bir dalganın içine soktu. Bu dalganın en dikkat çekici özelliği, artık büyümenin yalnızca sermaye ve işgücünden değil; teknoloji, inovasyon kapasitesi, eğitim kalitesi ve küresel entegrasyondaki hızdan besleniyor oluşu.
Ülkemizde ekonomi yönetiminin son dönemde attığı adımlar, küresel finans sistemine yeniden entegrasyon çabaları ve bazı sektörlerdeki güçlü ihracat performansı kuşkusuz olumlu sinyaller veriyor. Özellikle enerji, savunma sanayii, teknoloji girişimleri ve hizmet ihracatı gibi alanlarda görülen hareketlilik, Türkiye’nin küresel rekabetten tamamen kopmadığını, aksine yeni fırsatlara kulak kabarttığını gösteriyor.
Ancak diğer yandan yüksek enflasyon, gelir dağılımındaki bozulma, yatırım ortamındaki belirsizlikler, üretim maliyetlerinin artması ve nitelikli iş gücünün kaybı gibi yapısal sorunlar Türkiye’nin bu yeni küresel ekonomi dalgasına güçlü bir şekilde tutunmasını zorlaştırıyor.
Artık mesele yalnızca büyümek değil; doğru yerde, doğru hızda ve doğru kaliteyle büyümek. Dünyanın yeni ekonomi akımı, “kim daha fazla üretir” sorusundan “kim daha akıllı üretir” sorusuna geçti. Türkiye’nin de bu soruya vereceği yanıt, önümüzdeki on yılın kaderini belirleyecek gibi görünüyor.
Önümüzdeki dönem Türkiye için bir eşik. Bu eşiği aşmanın yolu ise kısa vadeli pansumanlardan değil; uzun vadeli stratejilerden ve küresel dönüşümün gerekliliklerini zamanında okuyup doğru adımları atmaktan geçiyor.