Toplumların hafızası garip bir şekilde çalışır. Bir süreliğine koltuklarda oturan, makamlarla güç devşiren insanlar çevresinde büyük bir gürültü koparabilir. Onların sözleri yüksek perdeden çıkar, etrafındakiler eğilip bükülür. Çünkü bilinir ki koltuğun gölgesi ağırdır. Ancak gün gelir, o koltuğun altındaki vidalar gevşer, o görkemli sandalyenin ayakları kırılır. İşte o an, tüm ihtişamın geriye sadece bir illüzyon olduğu anlaşılır. Koltuk elden gidince, geriye yalnızca çıplak bir insan kalır. Ve o insana saygı duyulup duyulmayacağını artık makam değil, kişilik belirler.
Kimi insanlar vardır, gücü sadece kartvizitinde yazar. İsminin yanında koca unvanlar, arkasında şirketlerin ya da devletin ağırlığı olmasa, sokağa çıktığında kimse dönüp bakmaz. Onlar için saygı, koltukla birlikte gelir ve koltukla birlikte yok olur. İnsanlar, aslında o kişiye değil; o kişinin temsil ettiği makama selam verir. İşte bu yüzden, koltuktan güç alanların hikâyeleri hep kısa sürer. Arkalarında ne gerçek bir iz bırakırlar ne de kalıcı bir anı. Onlar tarih sayfalarında en fazla dipnot olurlar.
Ama bir de farklı bir grup vardır. Gücünü koltuğundan değil, kişiliğinden alanlar… Onların yanında unvan ikinci plandadır. Çünkü zaten varlıklarıyla otorite kurarlar. Sesleri içtenlik taşıdığı için dinlenir, sözleri adalet koktuğu için değer görür. Çıkar ilişkileriyle değil, samimiyetle bağ kurarlar. İşte bu yüzden, onlar koltuğa oturduğunda o koltuk değer kazanır. Hatta çoğu zaman öyle olur ki, koltuk onların gölgesinde kalır.
Tarihin derinliklerine bakın; kimlerin adını hâlâ saygıyla anıyoruz? Mehmet Balduk’un gücü koltuğundan mı geliyordu? Ali Doğan, milletin kalbine sadece makamı sayesinde mi dokunabildi? Abdullah Kalın’ın mücadelesi bir unvanla mı anlam kazandı? Kadir Kurtul, varlığıyla mı onca insanın kalbine dokundu? Ya da Sütçü İmam, Abdal Halil Ağa, Necip Fazıl Kısakürek gibi birçok ismi yazabiliriz buraya. Onlar kişilikleriyle, duruşlarıyla, inançlarıyla efsaneleştiler. Çünkü koltuk geçicidir; kişilik ise ölümsüzdür.
Üstelik kişiliğinden güç alanlar, sadece büyük liderler ya da tarihe mal olmuş figürler değildir. Kimi zaman bir öğretmen, kimi zaman bir işçi, kimi zaman küçük bir köyde yaşayan bir insan… Duruşu net, sözü samimi, tavrı adil olan herkes; çevresinde küçük de olsa bir efsane oluşturur. Çünkü insanlar hatırlanmak için görkemli koltuklara değil, sağlam bir karaktere ihtiyaç duyar.
Gücü koltuktan alanlar, koltuğu kaybettiklerinde öfkelenir, saldırganlaşır, geçmiş ihtişamına sığınır. Çünkü bilincinde oldukları bir gerçek vardır: Kişilikleri, koltukları kadar güçlü değildir. Oysa kişiliğinden güç alanlar, koltuktan ayrıldıklarında da aynı vakar, aynı özgüven, aynı saygınlıkla yaşamaya devam eder. Onların varlığı bir unvanla sınırlı değildir; onlar unvanı değil, unvan onları taşır.
Sonuç basittir: Gücünü koltuğundan alanlar, bir gün unutulmaya mahkûmdur. Ama gücünü kişiliğinden alanlar, zamanın tozunu silkeleyip her çağda yeniden hatırlanır. Koltuklar değişir, tabelalar sökülür, unvanlar silinir. Ancak kişilikten doğan güç, zamana direnerek efsaneleşir.
Ve belki de bu yüzden, insanın kendine sorması gereken en büyük soru şudur: “Ben gücümü oturduğum koltuktan mı alıyorum, yoksa ayağa kalktığımda dahi arkamda duran kişiliğimden mi?”
Selametle…