Kuraklık kapıda. Bunu bir felaket tellallığı olsun diye söylemiyorum; her gün biraz daha sertleşen gerçekler bunu söylüyor. Buzullar eriyor, hava sıcaklıkları mevsim normallerinin üzerinde seyrediyor ve bu tablo artık istisna değil, yeni normal. İklim değişikliği denilen olgu, rapor sayfalarından çıkıp soframıza, tarlamıza, musluğumuza kadar girmiş durumda.
Susuzluk… Belki de bu çağın en sessiz ama en yıkıcı tehdidi. Çünkü susuzluk bir anda gelmiyor; yavaş, sinsice ilerliyor. Önce yağışlar azalıyor, sonra toprak çatlıyor, ardından ürün vermez hale geliyor. İklim değişikliği milyonlarca insanın yaşamını etkileyebilir deniyor ama “etkileyebilir” kelimesi artık fazla iyimser. Etkiliyor, hatta bazı coğrafyalarda hayatı durma noktasına getiriyor.
Tarım ürünleri yetiştirilemeyebilir. Bu cümle kulağa teorik geliyor olabilir ama çiftçi için çoktan pratiğe dönüştü. Verim düşüyor, ekim alanları daralıyor, maliyetler artıyor. Bir ülkenin gıda güvenliği, doğrudan suyla bağlantılıyken hâlâ bu meseleyi ikinci plana atmak, geleceği görmezden gelmekten başka bir şey değil.
Su, geleceğin en büyük problemi olarak görünüyor. Aslında “görünüyor” demek de eksik kalıyor; su, geleceğin değil bugünün problemi. Ancak hâlâ suyu sınırsız bir kaynakmış gibi tüketiyoruz. Oysa su sadece kullanılarak bitmez. Aynı zamanda buharlaşmayla da kaybolur. Artan sıcaklıklar, barajlardaki ve açık alanlardaki suyun daha hızlı buharlaşmasına neden oluyor. Yani suyu tasarruflu kullansak bile, iklim değişikliğiyle mücadele etmeden bu kaybı telafi etmemiz mümkün değil.
İşte tam da bu yüzden herkes bilinçlendirilmeli. Bu mesele sadece çevrecilerin, akademisyenlerin ya da birkaç duyarlı insanın omuzlarına bırakılacak kadar küçük değil. Evde musluğu açık bırakan da, tarlada vahşi sulama yapan da, şehir planlamasında yeşili ve suyu hesaba katmayan da bu zincirin bir parçası. Bilinç, bireyden başlar ama politika ile güçlenir.
Her zaman söyledim, söylemeye de devam edeceğim: Su meselesi ertelenemez. Çünkü suyu erteleyemezsiniz. Bugün alınmayan önlem, yarın geri dönülmez sonuçlar doğurur. Kuraklık kapıya dayandığında değil, kapıyı çalmadan önce harekete geçmek zorundayız. Aksi halde çocuklarımıza miras bırakacağımız şey bereketli topraklar değil, susuzluk hikâyeleri olacak.
Bu yazı bir uyarıdan ibaret değil; bir çağrıdır. Suya, toprağa ve iklime bakışımızı değiştirme çağrısı. Çünkü geleceği kurtarmak istiyorsak, önce suyu ciddiye almak zorundayız.