Sait Yolaçan

Gençlere ne verdik ne bekliyoruz?

Sait Yolaçan

Osmanlı, 700 çadırdan oluşan "Kayı Boy'undan", örnek bir cihan devletine ulaşıp 6 asır 3 kıtada hükümran oluşunu insanlarımıza iyi anlatabildik mi? Gençlerimizin yaşantısından şikayet etmeye ne kadar hakkımız vardır...
Her şeyden önce Osmanlı "sistem düşüncesine" sâhipti. Yâni, "devlet nizam ve intizamını" devletin kuruluşundan itibaren tavizsiz gerçekleştirmişti. Hedeflerini, vizyonunu tespit etmiş ve bu doğrultuda emin adımlarla, sabırla, çok çalışmakla hep ileriye gitmiştir. Sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın "iki günü eşit olan aldandı ziyan etti" mübarek kelamını kendine düstur edinmişti...
Her şey yerli yerindeydi. Planlama, Teşkilatlandırma, Emir Kumanda, Koordinasyon ve Kontrol Osmanlı müesseselerinin olmazsa olmazıydı.
Devletin temelleri sağlam atılmıştı... Şeyh Edebali "Rahmetullahi aleyh" başta olmak üzere büyük âlim ve evliya zatların duaları alınmıştı...
Devletin vizyonu; "kuru boş bir kavga ve dünya hakimiyeti" değildi... Allahü teâlânın din-i İslam’ını cihana yaymak ve bütün insanları iki cihanda rahat ve huzura kavuşturmaktı...
Eğitim(Maarif) devlet temelinin ilk ve en önemli harcıydı...
Çocuklar daha 4 yaşına basar basmaz Kur'an-ı Kerim tedrisatına başlıyorlardı...
Mektebe başlayan çocuklar için, işin ehemmiyetini iyi anlasınlar diye, aileleri tarafından çok mükemmel merasim yapılıyordu. Evden mektebe kadar, ilahiler okunarak, çocuklara en güzel elbiseler giydirilerek, süslenerek, hediyeler verilerek, süslü at veya arabalar üzerinde mektebe götürülüyordu...
Dualarla mektebe başlayan çocuğu velisi hocasına teslim ve emanet ediyordu...
Tahsil hayatına böyle başlayan çocuklardan büyük âlim, devlet adamları ve cemiyetin her kesiminde iş yapacak, vazifede bulunacak sağlam, dürüst, bilgili ve ahlâklı bir nesil ortaya çıkıyordu...
Devletin hangi makamına, kimin geleceği, kariyer yolculuğuna bakarak önceden belli oluyordu. Yâni, "Meşâhir-i Meçhûle" söz konusu değildi...
Meselâ, İstanbul Haliçteki "Tersane-i Âmire"ye, idareci olarak tayin edilen bir Osmanlı paşası, ilerde "Kaptan-ı Derya" olacak demekti...
Osmanlı demek, "Bilgi Toplumu" demekti... Dünyanın en mükemmel "Arşivlerine" sahipti. Hiçbir devlet evrakı zâyi olmuyor, muhafaza ediliyordu...(Maalesef, CHP hükûmetleri bu paha biçilmez ve bütün dünyanın gıpta ettiği arşivleri, bırakınız muhafaza etmeyi, ortadan kaldırmak için uğraşmışlardır.)
Osmanlı toplumu "sevgi-muhabbet" temelliydi... Sevgi olmadan hiçbir şey olmazdı... Sevgi, saygı ve edep, âilede, mektepte ve toplumun her kesiminde insanımızın terbiyesi için en başta geliyordu...
İslâm anlayışının bir gereği olarak; "kendi nefsinin istediğini başkaları için de istemek ve istemediğini istememeyi" her Müslüman kendine şiar edinmişti...(Bu husus şimdi "empati", yani kendini başkasının yerine koymak, diye anlatılıyor ama, öyle zannediyorum ki, sadece kelime olarak kalıyor.)  
Tasavvuf adap ve erkânı tekkelerde en güzel şekilde tedris ediliyor, ruhlar olgunlaşıyordu...
Cemiyet artık o hâle geliyordu ki, "Şeriatte senin malın senin... Tarikatta benim malım da senin... Hakikatte ise ne senin malın senin, ne de benim malım benim, hepsi Allahü teâlânındır" noktasına uzanıyordu...
Ahiret odaklı bu terbiyede kavga, niza ve kan davası cinayetleri olur mu?
"Dünyanın hepsinin kıymeti nedir ki, birazının kıymeti olsun" buyuran büyüklerimize Cenâb-ı Hakk'tan rahmet diliyoruz...
İnşallah! Tarihimizi ve geçmişimizi insanlarımıza, bilhassa genç kuşaklara ne kadar doğru ve iyi anlatır, öğretirsek, şikâyetlerimiz o oranda azalacaktır zannediyorum...
 

Yazarın Diğer Yazıları