Niyazi Kara

Sende olsaydı

Niyazi Kara

Günlerin uzamaya başlamasıyla birlikte mesai sonrasına da kalmaya başlayan gün ışığını sevdiğimi söylemeliyim. İş çıkışı doğruca eve gitmek yerine bir yerlerde bir iki bardak çay içmek, bana, şehrin beyefendi abilerinden kalan bir alışkanlık. Bir gün yine böyle bir geç ikindi çayında birisi açıklamıştı. “İşten çıkınca doğruca eve gitmek hem seni hem de evdekileri yorabilir. Gün içinde işin gücün yüklediği ruhi ve beden yorgunluğunu azıcık atıp gitmekte her zaman fayda vardır. Yorgun insan hassas olur, birazcık alıngan olur. Bu da gereksiz tartışmalara sebep olabilir. Çay deyip geçmeyeceksin, nice evlerde –farkında olmadan- nice kavgaların önüne geçmiştir. Haydi afiyet olsun!”

Koskoca bir yılı bütün insanlığa yarı açık cezaevi tecrübesi yaşatan malum süreçten dolayı epeyce iş yeri kapanmak zorunda kaldı. Şehir insanının azımsanmayacak bir kitlesine hizmet veren ve hatta gizli bir terapi sağlayan kahveler ve çay ocaklarının da bu kervana zorunlu katılımı şahsen beni etkiledi. Ev dışında iki bardak çay bulabilmek neredeyse lüks oldu.  Kadim kuraldır: Arayan bulur! Şehirdeki bir hastanenin yakınlarında günlük simit çıkaran bir fırın aynı zamanda çay hizmeti de veriyordu. Olsa olsa burası açıktır deyip direksiyonu o tarafa kırdım. Tahminimde yanılmamışım. Nasıl sevindiğimi Allah biliyor. Bir yandan da en azından bugünlerde açık bulunan esnafa katkı sağlıyormuşum gibi bir his için için bu sevinci artırıyordu. Fırının içinde bulunan birkaç masa boştu. Kuzey tarafından geçen genişçe yolun kenarındaki kaldırıma sıralanmış masalardan birine oturdum. Elimdeki kitabı masaya bırakıp içeri girdim.
-Selamünaleyküm, bir çay lütfen!

Baş ile alınan selamdan sonra hemen arkasını dönüp elektrikli çay tezgahından doldurduğu çayı uzattı. Sakin bir zaman olmalı ki benden başka müşteri yoktu. Az sonra kapıya yakın sandalyeye az önce çay veren çalışan da geldi. Bir şeyler söyleme ihtiyacı hissettiği kaçamak bakışlarından belli oluyordu. Elimdeki kitaba bakıyormuş gibi davransa da bunun sadece muhabbete kapı aralama çabası olduğunu tahmin edebiliyordum. O fırsatı verdim.

-İşler nasıl usta?

-Nasıl olsun abi, zoraldı her şey!

-Şu hastalıktan mı bahsediyorsun?

-Valla bu da bahanesi oldu, gün gün işler kötüye gidiyor, bir simit bir ekmeğe eşitlendi. Vatandaşın bakışlarından anlıyorum da elimizden gelir bir şey yok.

-Anlıyorum, en azından dükkanınız açık, azdan çoktan bir şeyler damlıyordur.

-Öyle olmasına öyle de, elektrik, su, malzeme gideri, vergisi, sigortası derken… Epeyce zoraldı abi! 

Önümüzden geçen bir arabanın durup durmayacağını takip ederken bir yandan da hâlâ bir şeyler düşündüğü yüzünden okunuyordu. Araba durmadı.

-Ah abi, olan bizlere, küçük esnafa oluyor. Elin adamının cebinde parası var, alıyor malı, depodan gün hükmüne satıyor. Durduğu yerde kazanıyor. O da aynı vergiyi, sigortayı ödüyor biz de aynı… Adalet mi bu şimdi? Günlük alıp günlük üretmek zorundayız. Vatandaşla yüz yüze gelen biziz!  

Fırının kapısına doğru yaklaşan bir sokak kedisini sağ ayağını sertçe yere vurup “pist” diye kovalarken ağzının içinde yuvarladığı, tam olarak anlaşılmayan küfür cümlesi sokaktan geçen eski model bir taksinin gürültüsüne karışıp kayboldu. Karşı kaldırımdan eli yüzü düzgün, iyi giyimli bir adam bize doğru yaklaştı. Benim sadece çalışan zannettiğim fırıncı ayağa kalkıp gayet nezaketle yaptığı bir karşılamadan sonra içeri girdiler. Arkasından seslendim:

-Gelirken bir çay daha getir usta.

İyi giyimli adam elindeki poşette bir tane simitle geldiği yöne doğru gitti. Usta masaya çayı bırakırken ayağının ucuyla düzelttiği sandalyeye oturdu. Nasılsa bir dinleyici bulmuşken biraz içini dökmenin iyi geleceğini hesaplamış olmalı ki ürettiği hizmetten, verdiği emekten, yaptığı ödemelerin karşılığını alamamaktan dem vuruyor dönüp dolaşıp haksızlığa uğradıklarına oradan da –büyük laf ediyormuş havasıyla- adaletsizliğe bağlıyordu. Hastane tarafından bize doğru yaklaşan orta yaşını geçmiş bir çiftin köyden geldiği üzerlerindeki kıyafetten belli oluyordu. Kadın ağır aksak adımlarla adama yetişmeye çalışıyordu. Adamın elinde ucundan sıkı sıkı tuttuğu bir kağıt – reçete olduğunu gelince öğrendik- rüzgardan sallanıyordu.
Masaya yaklaşıp selam verdi.
-Gardaş, içerde doktor bir ezzene tarif etti, bulamazsan esnaftan sor dedi,  … ezzenesi nerde?
Usta yerinden bile kalkmamıştı. Şöyle aşağıdan yukarı bir baktı.
-Ne biliim emmi, şehrin sahibi ben miyim? Her yerini biliim?

Adamın yüzü bir anda renkten renge girdi. Ne diyeceğini bilemedi. Kafasını azıcık çevirince hemen arka yanında duran kadını da görmesiyle birlikte daha da kötü oldu. Ezildi, utandı, bir söze de kadir olamadı. Hızlıca “Savulasın gardaş” dedi aşağı doğru yürüdü. Usta istifini bozmadan oturuyor, şikayetlerine bir de bu, yol iz bilmezlerle uğraşmayı ekliyordu. Efsunlanmış gibi kaldım orada. Usta, konuşmalarına devam ederken benim gözümün önünde rahmetli Karakoç’un “İsyanlı Sükut” şiirinde şehirden çıkan adam yürüyordu. 

Haklılığına onay bekleyenlerin edasıyla yüzüme bakan ustaya bir şeyler söylemenin vaktiydi.

-Usta, içinde olmayan şeyi dışında arama! Eğer ki hep şikayet ettiğin adalet duygusu sende olsaydı bu kadar çok şikayet etmezdin. Ha, olmadığını nerden biliyorsun diyeceksen, kapına gelen kediye, biraz önce gelip giden iyi giyimli adama ve şu son gidenlere nasıl davrandığını bir düşün! Ne alakası var deme? Bir düşün! Adalet, cümle yaratılmışın ortak değeridir. Sadece kendini düşünmek, bunun için adalet aramak kaba bir bencillikten başka bir şey değildir. Bak bakalım güneşe, pencerene değmediği gün var mı? Adaletin asıl sahibi de senin gibi yapsaydı korkarım karanlıktan kurtulamazdın.

Usta, neye uğradığını şaşırdı. Kitabı elime aldım, bardağın altına beş lira sıkıştırıp hiçbir şey demesine fırsat vermeden az önce gidenlerin ardından hızlı hızlı yürüdüm.     

Yazarın Diğer Yazıları