Dr. Necati Demir

İnsan Üzerine!

Dr. Necati Demir

Her insanın, her toplumun sorunları vardır. Bu kaçınılmaz olduğu için şaşırtıcı bir durum değildir. Asıl olan sorunsuz insan ve toplum olmak değil, sorun çözücü bir yöntem oluşturamamaktır. Yöntemin oluşturulması ve geliştirilmesi de insan varlığının neliğinin, mahiyetinin bilinmesiyle ilişkilidir. Genelde insanımız kafasını ellerinin arasına alıp kendi kendine, İnsan denilen varlık nedir? Ben kimim, nerden geldim, nereye gideceğim, benim akıbetim ne olacak? Niçin bu dünyaya gönderildim? Ne yapmam gerekir? Gelecekten ne umabilirim diye kendi kendimize sorular sorup cevaplarını araştırmıyorsak, yaptığımız tüm çabalar ya göstermeliktir ya da ayakları yere basmayan bilgi ve düşüncelerdir.

İnsanı tanımayan bir kısım kişiler hümanist düşüncenin efsunlarıyla insana toz kondurmak niyetinde değiller. İnsan deyince hemen onun yüceliği, üstünlüğü, saygı ve itibara lâyık, hür ve bağımsız, kendi kendine yeterli bir varlık sayılması nedeniyle, baskı ve tazyikle boyun eğdirilmemesi, karışılmaması, engellenmemesi, vs. gereken bir varlık kastedilir. Bu niteliklere her zaman olmasa da bazen sahip olması gereken insanlar yok değildir. İnsana irade özgürlüğü verilmişse elbette bazı görev ve sorumlulukları da olacaktır. Çünkü kimilerince “yeryüzünün kutsal yaratığı” olarak nitelendirilen “insan”, en vahşi hayvanların bile yapmadığı bir vahşeti türdeşlerine reva görebilen, sıradan ilişkilerde, en yakınını bile harçlık vermedi diye satırla kesip lime lime doğrayıp toprağa gömebilen, öz evladını kirletip vahşice parçalayan, etnik ya da toplumsal bir grubu topluca imha etmeyi kendilerine şeref payesi olarak görebilen, asırlardır bir arada komşu olarak birlikte yaşadıkları bir halkı topluca yerlerinden yurtlarından edip zorunlu tehcire tabii tutanları tarihlerinin kahramanlıkları olarak nitelendirebilen toplumlar vardır. Örnekleri çoğaltmanın anlamı yok. Demek ki insana bir yönüyle olumlu diğer gönüyle de olumsuz nitelemelerin yüklenebileceği şaşırtıcı bir varlık olarak bakmak gerekir.

Biz insanı tanımadan, bilmeden tanımlayacağız, ona göre, ondan bir şeyler bekleyeceğiz ve ona hak, hukuk vereceğiz, imkânlarla mücehhez kılıp mevkii ve makamlar, etkili yetkili görevler yükleyeceğiz. Bu ne ölçüde makul bir yaklaşımdır? Biz insanı hümanistlerin iddialarına uygun olarak onu layüsel (sorgulanamaz) mi kılacağız yoksa bazı dinlerin günah ve cürüm makinesi olarak nitelendirip Demoklesin kılıcını devamlı ensesinde sallandıracak mıyız? Bunların her ikisi de extrem (uç) tutum ve yaklaşımlardır. İnsan öyle bir varlıktır ki, iyilik ve kötülük noktası arasında salınma ve bulunma irade ve özgürlüğü olan varlıktır. İnsan mukayyet bir varlık değildir. O ne salt iyi, ne de salt kötü varlıktır. Onun, anı anıyla, günü, günüyle denk düşmez. Sürekli tahavvül eder. Ortam, şartlar ve durumlar onu iradesiyle sürekli çatışmalı kılar.  

“İnsan sevilmeli, korunmalı, korkutulmamalı, bu Tanrı korkusu bile olsa”, diye hümanistlerin hoşlanacakları bir ifade ne kadar anlamlıdır? Gerçekten insan korkutulmazsa korkmayacak mıdır? Korkutulmayan, korkutmayacak mıdır? Korkutulan mutlaka korkutacak mıdır? Yani tüm korkmaların kaynağı korkutmak mıdır? Korkutulmaya çalışılsa bile korkmayan, korkutulmadığı halde korkan insanlar yok mudur?

Bu soruların formunu sevgi için de tatbik edebiliriz. Sevilen insan mutlaka sevecek midir? Sevilmeyen insan sevmeyecek midir? Sevilmediği halde seven, sevildiği halde sevmeyen insan yok mudur? Biz neden olgusal doğruluklara itibar etmiyoruz da önyargılı kuramsal kanılarımızı idealize etmek istiyoruz. İnsan şöyle olmalıdır, denildiği için insan öyle olmayacaktır, o, yaratılışı, fıtratı, tabiatı, hulk’u, mizacı, cibilliyeti, tıyneti, huyu, mizacı, karakteri kişiliği nasıl ise veya o, hangi ortamda nasıl bir çevre ve eğitim almışsa ona göre şekillenecektir. Eğer insanın genetiğini, yaratılış ve fıtratını istediğimiz tarzda dizayn edersek belki onun hakkında tutarlı yargılara ulaşabiliriz, ancak bu mümkün müdür?

Eğer insanı etraflıca irdelemezsek, ya onu yücelerin yücesi bir varlık olduğu öngörüsünden hareketle idealize etmeğe çalışarak menfi tipteki insanları insan sınıfından çıkarmamız gerekecek ya da onu bir günah tekesi olarak görerek müspet manadaki insanları zebanilerle korkutularak hizaya getirilen yaratık durumuna sokacağız. Olguları ideolojilerle bezemek yüzünden doğrulardan yeterince uzak kaldık, artık ne olur önce olgularımızı inceleyelim sonra da ideolojimizi, fikrimizi ve kanaatimizi oluşturalım. Öğrenmeden, bilgilenmeden görüş sahibi olmayalım. Çünkü ihbar ihtiyardan önce gelmelidir. Yani seçme, bilgilendikten sonra makbuldür. 

İnsan, sevsin, sevmesin, korksun, korkmasın, ama neyi niçin sevdiğini, neyi niçin sevmeyeceğini, kimden niçin korkacağını ve kimden niçin korkmayacağını bilsin. Sahte sevgi objelerini, gerçek sevgi objesinden, sahte korku unsurlarını, gerçek korku objelerinden ayırabilsin.

Bilginin kaynağı Rabb korkusudur. Bu korkunun kaynağı ise sevgiden, merhamet ve şefkâtten mahrum kalma duygusudur. Eğer insan Tanrı’yı seviyorsa bu, korktuğu için değil sevdiği içindir. Çünkü Berkson’un da ifade ettiği gibi ‘insan, korktuğunu sevemez ama sevdiğinden korkar.’ Tanrı insanı kendi suretinde, yani ahseni takvim üzere yaratmıştır, Tanrı saf güzelliktir, O’nda bizatihi güzellikler sudur ettiği için bunlardan her biri kendi yarattığı insanlarda dışlaşır, O’nun sıfatlarının her biri insanlardaki fiziksel ve ruhsal güzellikler halinde tezahür eder.

Efsane ve dinin genelde salt korku ürünleri oldukları ifade edilmiştir. Fakat insanın dini hayatındaki en esaslı yönü, korku olgusu değil, korkunun başkalaşmasıdır. Korku, evrensel bir biyolojik sevki tabii (güdü) dir. Asla tamamen üstesinden gelinip bastırılamaz; fakat şekli değiştirilebilir. Efsane, en şiddetli heyecanlar ve en korkutucu görüntülerle doludur. Ne var ki efsanede insan yeni ve garip bir sanatı, yani ifade etme sanatını öğrenmeye başlar. Bu da onun çok derinlerden kaynaklanan güdülerini, umut ve korkularını tanzim etmesi anlamına gelir (Cassirer, Myth of State, s. 58). Ve tüm dinlerin kökeninde korku olduğu varsayımından hareket ettiğimiz sürece bu unsuru gerçek manasında anlamanın imkansız olduğu ortaya çıkar. Eğer Totemcilik ile atalara tapma hadisesi arasındaki ortak bağı anlamamız gerekliyse başka ve derin bir kaynak bulmalıyız. Kutsal’ın, dini ve ilahi olanın her zaman bir korku unsuru içerdiği doğrudur: o aynı zamanda hem büyüleyici hem de korkutucu bir sırdır.

Yazarın Diğer Yazıları